Özlen Alpaslan, yeni kitabı “Yara”da kendi kimliğini unutan kadınlara ayna tutuyor. Yazar kitabında kadınların beyaz rengin hâkim olduğu ‘mutlu son’lara inandırılarak büyütüldüğüne itiraz ederek “kendi kendinizin elinden tutun yürürken” diyor.
Ümran Avcı – “Karadutun lekesini kendi yaprağı çıkarır…” ‘Yarım’ ve ‘Mahalle’ romanlarıyla tanınan Özlen Alpaslan, son kitabı “Yara”da en derinlerde gizlenen travmaları merceğine alıyor. Roman kahramanı İpek’in hikâyesi üzerinden insan eliyle açılan yaraların merheminin kişinin kendisinde olduğunu anlatıyor. Şiddet sarmalında büyüyen İpek, anne-baba sevgisi ve güven eksikliğinden doğan boşluğu ilk görüşte âşık olup evlendiği Mahir’le doldurmaya çalışıyor. “Mahir varken bana bir şey olmaz” duygusuyla yeni bir hayat inşa ediyor kendine. Ancak zamanla evlilik çatırdamaya başlıyor. Hikâye; İpek’in düzenli olarak gittiği terapi seansları ve geri dönüşler üzerinden ilerliyor. Okur; Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde ders veren, kişisel sergiler açan İpek’in varoluş mücadelesine tanıklık ediyor. ‘Yara’; kendi alamadığı sevgiyi evlatlarına veremeyen anne babalara, sevgilisi için kendi kimliğini unutan kadınlara tutulan bir ayna. Aynı zamanda benzer acıların ortaklarına, “kendi kendinizin elinden tutun yürürken” diye fısıldayan yeniden çiçeklenmenin edebi anlatısı…
■ İpek, yaralarının merheminin kendinde olduğunu zamanla öğreniyor. Benzer acıların ortaklarına yol gösteren, kendini bulmaya çalışan hemcinslerinize uzatılan şefkatli bir el gibi geldi. Ne dersiniz?
İnsanın acı çekmesi zor ama o acının kimse tarafından görülmemesi bence daha da zor. Kitapta İpek’in kendi yaralarından çiçek açma yolculuğunda biricik sandığımız acıların aslında ne kadar ortak insan deneyimi olduğunu fark ediyoruz. Ben “Yara”yı cesaretle o yaralara bakmaya davet eden bir hikâye olarak görüyorum. Çünkü kendimizin bile görmezden geldiği, bastırdığı yaralarımız var. Onlar da her şeyden önce görünmeye, dile gelmeye, duyulmaya ve en sonunda şefkatle sarılmaya ihtiyaç duyuyor. Bence hayattaki en cesur hareketlerden biri, en mahrem yaralarımızı paylaşabilmek. Ve şuna inanıyorum: Kendimize sunmadığımız hiçbir şeyi, bir başkasına da sunamayız. Yazmak da benim için tam olarak buydu, kendi en kırılgan yanlarıma cesaretle bakmak. Eğer bu süreç, kadın okurlara kendi yolculuklarında biraz olsun ilham verebilirse, benim için büyük mutluluk olur. Ne de olsa, bir kadın ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur.
■ Sevme sanatının ipuçları gizli metinde. Birini sevmek kendinden vazgeçmek, kendi hayatının yükünü bir çuval gibi karşındakine yüklemek anlamına gelmiyor sanki…
Teorik olarak tamamen katılıyorum ama mesele o kadar da basit değil. Çünkü biz; beyaz atlı prenslerin bizi kurtaracağına, ardından sonsuza kadar mutlu olacağımıza inandırılarak büyütüldük. Beyaz gelinlikler, tektaş yüzükler, masalsı düğünler, bize hep ‘mutlu son’un simgesi olarak gösterildi. Böyle bir kültürün içinde yetişen bir kadından, romantik ilişkilerde hem kendinden vazgeçmemesini hem de kendi ayaklarının üzerinde durarak mutlu olmasını beklemek… bir bakıma haksızlık, değil mi? Bugün baktığım yerden görüyorum ki, sağlıklı ve gerçek bir ilişki; iki bireyin kendi hayat yollarında yürürken, birbirlerinin büyümesine ve gelişmesine saygı duyabildiği bir yol arkadaşlığı aslında. Ama itiraf etmeliyim, ben de bunu ancak 40’lı yaşlarımda idrak ettim. Artık şuna inanıyorum: Başkalarıyla olan ilişkimiz, aslında kendimizle olan ilişkimizi yansıtıyor. O yüzden önce kendimizle barışmamız, kendi yükümüzü taşımamız, kendi yaralarımızı iyileştirmemiz gerekiyor. Bir elmanın iki yarısı olmak kimseye tat vermiyor; en güzeli, iki tam elmanın yan yana durabilmesi.
■ Terapistin, “Bize gerçek hastaların hasta ettikleri gelir, sağlıksız insanların hasta ettikleri terapiye ihtiyaç duyar” sözleri üzerine de konuşmak isterim.
Altına gönül rahatlığıyla imzamı atarım. Hatta şöyle genişletmek isterim: Kimse durduk yere depresyona girmez, kimse durduk yere terapiye gitmez. İnsan, yaşadığı toplumdan, kültürden, sistemden bağımsız düşünülemez. Hepimiz bir şekilde bulanık bir denizin içinde yüzüyoruz. Dünyanın da ülkemizin de gündemi ağır. Bir damla umut ışığına tutunmaya çalışıyoruz çoğumuz. Böyle bir tabloda iyileşme sorumluluğunu yalnızca bireyin sırtına yüklemek bana çok haksız geliyor. Toplumsal, kültürel, ekonomik dinamikleri görmeden “kendini düzelt” demek, bir anlamda sistemi aklamak gibi. Üstelik toplum hâlâ terapiye giden insanı ‘problemli’ diye etiketlemeye çok istekli. Oysa asıl problem, bireyi hasta eden sistemlerde. Ve bunu konuşmadan, hiçbirimiz tam anlamıyla iyileşemeyiz.