Yazarak kendini büyütmek

Bu sene Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’nın sahibi olan “Drommer/Hayaller” hem bir büyüme hem de yazmaya başlama öyküsü.

Yazarak kendini büyütmek
Yayınlama: 10.09.2025
A+
A-

Müjde Işıl- Bu sene İstanbul Film Festivali vesilesiyle Norveçli sinemacı Dag Johan Haugerud’u keşfetme fırsatı yakaladı sinemaseverler. Hem de Berlin’de Altın Ayı kazanmasının üzerinden sadece iki ay geçmiş iken… Altın Ayı’lı “Drommer/Hayaller”, Haugerud’un “Seks, Aşk, Hayaller” üçlemesinin son bölümü. Sinemacının genel dili, bireylerin günlük sorunları ve benlikleriyle ilgili uzun diyaloglarından oluşuyor. Konuşkan hatta bazılarının kolayca ‘geveze’ diyebileceği senaryolar yazıyor Haugerud. Ancak asıl başarısı, konuşkan filmlerini ve karakterlerini sıkıcılık tuzağına düşürmemesi. “Hayaller”deki gibi…

Filmin başkahramanı, 16 yaşındaki lise öğrencisi Johanne. Tesadüfen şair anneannesinin kitaplığında bulduğu bir kitap ve oradaki aşk öyküsü, onu derinden etkiliyor. Okuluna yeni gelen yabancı dil öğretmenine duyduğu ilgi de zamanla platonik aşka dönüşüyor. Bu, filmin başlangıçtaki özeti… Asıl ilginç kısmı, sonrasında başlıyor. Johanne bir süre sonra öğretmenine aşkını anlatan bir metin yazıyor.

Üç kuşak kadın

Önce şair olan anneannesine okutuyor. Anneanne çok başarılı buluyor; bu metnin torunu tarafından yazıldığını unutacak kadar… Johanne’nin annesi ise önce bu durumu istismar açısından değerlendiriyor ancak o da sonunda metindeki edebi dile kapılıp gidiyor.

İşte bu yüzden “Hayaller”, ilk aşk ve büyüme kadar yazmaya başlamanın da hikâyesi. Johanne yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını yani hissettiklerini ve hayal kırıklıklarını yazıya dökerek kendini büyütüyor bir bakıma. Karşılıksız görünse de ilk aşkın anlamını hem okuduğu kitapta hem de kendi yazdıklarında buluyor. Yazdıkça kendini tanıyor; hayal gücü, ona gerçek hayatta belki de hiç yaşayamayacağı bir aşkın kapılarını kendi elleriyle açtırıyor. Filmin bize hissettirdiği, sanki Johanne’nin genlerinde bir Jane Austen var.

Johanne’nin metni aynı zamanda üç kuşaktan kadının da buluşma noktası oluyor. Anneanne mesleki tıkanmışlığıyla, anne muhtemel yalnızlığıyla yüzleşiyor. Johanne yazdıklarıyla sadece kendi arzularına değil, büyüklerinin iç dünyasına da ayna tutmuş oluyor. Johanne’nin anlatıcı sesinden neler hissettiğini anlıyoruz ama hakkındaki yorumlar dışında yazdığı metinden bir cümlesini duymuyoruz. Haugerud, kahramanının hayalleri kadar izleyicinin de hayal gücünü kutsuyor. Metinde neler yazıldığını, genç kızın hangi olayları nasıl yansıttığını izleyicinin hayal gücüne bırakıyor. Ve Norveçli bir erkek sinemacı, Joachim Trier’in “Dünyanın En Kötü İnsanı”ndan sonra yine kadınların dünyasına bakıyor.

Mimari ve kazaklar

Ella Overbye, başrolde ilk aşkın yoğunluğunu ve düşüşlerini doğal bir oyunculukla yansıtıyor seyirciye. Ama başrolde yalnız değil. Cecilie Semec’in harikulâde sinematografisi, melankolik ve estetik bir şehir portresi çiziyor. Haugerud’un şehre, mimari özellikleri öne çıkararak bakışı, belgeselvari bir gerçeklik de katıyor filme. Bir de kazaklar var tabii… El örgüsü kazakların sıcaklığı ve doğallığı, nostaljik bir tat bırakırken seyirciyi sarıp sarmaladığı, kimsenin bozmasını istemediği anılarına götürüyor.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.